Filozoflara Göre İyi’nin, İyi İnsanın Temsili Nedir? / Nejla KURUL

ABC Kritik – 21.09.2018

Sıradan ve mütevazı gündelik hayatlarımız içinde Kötülük ve İyilik konusunda etik bir netliğe ihtiyacımız var. Despotizm ve kötülüğün karşısına İyi’yi koyan insanlar, özellikle filozoflar, Kötü olanı tanımlarken İyi’yi de açığa çıkarmaya çalışıyorlar. Onların sözleri, bugünün deneyimlerine karışıyor ve yeni söz ve deneyimlerin önünü açıyorlar.

Alain Badiou’nun Sonsuz Düşünce kitabında ifade ettiği gibi, tarihin fırtınalarına karşı savaşan düşünce insanlarının yapıp ettiği şey, “isyan” gibi bir şey. Ne var ki onların yaptığını salt isyan ile niteleyemeyiz. Adaletsizliğin, dünyanın ve hayatın içinde bulunduğu Kötü halin karşısına, düşünceyi çıkarır filozoflar. Felsefenin arzusu mantığı içerir, yani muhakeme ve aklın gücüne duyulan bir inancı. Dahası felsefenin arzusu evrenselliği  beraberinde getirir. Felsefe düşünen varlıklar olarak bütün insanlara hitap eder, çünkü bütün insanların düşündüğünü varsayar. Son olarak felsefe risk alır. Düşünme bağımsız bakış açılarını destekleyen bir karardır daima. Yani felsefenin arzusunun dört boyutu vardır: İsyan, mantık, evrensellik ve risk.

İyilik Hakkında Konuşmalar

Karl Marx’ın İyi’si açıktır, çok da sadedir: İnsanlar sağlıklı beslenmeli, temiz suya ulaşmalı, şairane konaklamalı, tiyatroya gitmeli, kitap okumalı, seyahat etmeli, aşık olmalı, sevmeli, çitleri, duvarları ve alanları yıkmalı, dayanışmalı, yeni olana doğru açılmalı ve kendini gerçekleştirmelidir. Marx, insanın hem doğal, hem toplumsal hem de türsel gereksinmelerini görüyor. İnsanların bu ihtiyaçları karşılandığında ancak, tek boyutlu olmaktan kurtulup bütünsel bir insan olabileceğini ileri sürüyor. O’na göre, kâr itkisi ile hareket eden kapitalizm, bu en insani ihtiyaçları umursamayarak insana ve doğaya kötü davranıyor. İyi bir şey yapacaksak şayet, o, insana ve doğaya iyi davranan bir toplumsal sistem inşa etmektir. Marx’ın komünist ütopyası budur. Açlığı ve yoksulluğu insanlığın yaşamından defetmektir. Marx umutludur, milyarlarca insan herkes için iyi olanı inşa edebilir.

Görülüyor ki Marx, kötülüğün kaynağını insanın bedeni ve arzularında aramıyor; kötülüğün kaynağının sınıflı toplum ve buna bağlı olarak sömürü düzeni olduğunu vurguluyor. Biliyoruz ki sınıflı toplum var olan kötülüğü azdırıyor ve dayanılmaz hale getiriyor. Başka türlü işçi sağlığı ve iş güvenliği sağlanmadığı için Soma madenlerine gömülen 301 işçinin ölümünü nasıl anlarız? Üçüncü Havalimanını, emekleriyle inşa eden işçilere yapılan muameleyi nasıl haklı görebiliriz? Bu işçiler ki havalimanı yapma kararını vermiş olmasalar da, “yapıcıları” onlardır; 3. Havalimanı, inşaat işinin öldürdüğü işçilerin, gözaltına alınan ve tutuklanan işçilerin anıtıdır! Bertolt Brecht, ne güzel ifade ediyor “Okuyan Bir İşçinin Soruların”da! “Kim yaptı yedi kapılı Mısır piramidini? Kitaplarda firavunların adını okursunuz. Kendileri mi kaldırdı firavunlar o koca koca taşları?…” Peki mevsimlik işçiler! Milyonlarca işsiz! KHK’lar nedeniyle işten atılmış binlerce kişi ve felce uğramış kamu çalışanları!
Kötülüğün kaynağı olarak Marx, insan doğasını etkileyen makro ekonomik sistemi gösteriyor. Ama bizim ya da tek tek insanların sorumluluğu ne olacaktır? Sistem Kötü olduğu için “ben de bundan etkileniyorum ve kötülüklere göz yumuyorum ya da kötülüğün bir parçası oluyorum” demek bizi insanlaştırmayacak, tersine insanlıktan çıkaracak, hatta utandıracak gibi gözüküyor. Sistem “sömürü yoluyla büyük hırsızlıklar yapıyorsa ben de küçük olanları yapıyorum” demek etik olamaz. O halde her tekil insan ve onun ait olduğu toplulukların sorumlulukları vardır. Marx, tekil insanın sorumluluğunu da görüyor. İnsan, içinde yaşadığı toplumsal ilişkilerin derinden etkilediği bir varlıktır, ama hem kendi kişisel tarihini hem
de insanlık tarihini değiştirebilme yetisine ve eylem gücüne sahip varlıktır da.

***

Richard Berstein, tekil insana, yani daha çok tek tek insanlara bakıyor. Onun insanda gördüğü “kötülük, bir isteme bozukluğu”dur. O zaman kötülük, bir işçiden, bir kadından ya da LGBTİ’den, bir etnik ve dinsel kimlikten, kısaca bir kişiden ya da acı çeken herhangi bir canlıdan, onu yaralayacak, ona zarar verecek ölçüde, ona rağmen, ondan istemde bulunmak, “kötü istemi” ona dayatmaktır. Üçüncü havalimanı işçilerini, kötü koşullarda çalışmaya, ücretini ödememeye, iş giysilerini vermemeye, elden para ödemeye, kötü yemekler yemeye, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini almayarak ölümüne çalışmaya zorlamak, bir “isteme bozukluğu”dur. Bir kadının aşkını zorla istemek, yani tecavüz, bir “isteme bozukluğu”dur. Kürt yurttaşların, anadilinde eğitim hakkını engellemek bir “isteme bozukluğu”dur. Alevi yurttaşların çocuklarını zorunlu din derslerine tabi tutmak, bir “isteme bozukluğu”dur.
Peki ya İyilik hakkında ne söylenebilir? İyilik, Öteki’nden karşılık bulmanın olanak dahilinde olduğu sevinçli bir istemdir, umutlu bir kapıdır, sağlıklı bir süreci, insani bir açılımı ve derinleşmeyi örgütler, karşısındakini saygı ile olumlu anlamda etkiler, alkışı ve övgüyü hak eder, onurlu bir duruştur.

***

Kant, “kötülükten insanı daima sorumlu tutmak gerekir” görüşünü ortaya koyuyor. Kant’a göre, kötülüğü ortadan kaldırmanın tek yolu özgürlüğü fark etmek ve onu kullanmaktır. Kant, “insanı bir olanaklar varlığı” olarak tanımlıyor. Badiou, bu olanağı genişletiyor, insan sonsuz düşünce olanağına sahiptir derken. Öte yandan Arendt, insan için sonsuz eylem olanağı olduğunu anımsatıyor.
Kant, “istem”i belirten iki kavram ile insanın sorumluluğunu daha da açıyor: willkür ve will. Her iki durumda da insan iradi olarak seçimde bulunur, Willkür iyiliğe ve kötülüğe dair bir yönelimi ifade eder, ancak “willkür arzulanan”ın, “will ise yasanın seçimi”dir. Will, pratik akla yasasını veren ve iyi eylemin dayanağı olan istemeyi anlatır. Kant’a göre will, eylemin ve amaçların gerçekleşmesi ile ilgiliyken, Willkür eylemle çok da ilişkisi olmayan (yahut olmak zorunda olmayan) bir arzulama kapasitesidir. Bu durumda willkür “alternatifler arasından seçme kapasitesi”, will ise “pratik aklın yasaları sayesinde gerçekleşen bir tutum alma kapasitesi”dir. Kant’ın görüşlerinden esinle Türkiye’nin bir Wilkür’ler ülkesi olduğunu iddia etmek yanlış olmayabilir. Türkiye’nin yeni seçkinlerinin Parlamento’da, medyada, üniversitelerde, yurttaş inisiyatiflerinde aklın ve duygunun açığa çıkma olasılığına tahammülü yoktur.

***

Hannah Arendt, hayatı ve İyi’yi, çoğulluğu içinde anlamlandırıyor: “içinde yaşadığımız müşterek dünyayı çoğulluk nedeniyle farklı perspektiflerden algılayabilir ve yorumlayabiliriz” diyor. Ve ekliyor: “İnsanlarla konuşabiliyor olmamız, çoğulluğun yeryüzünün yasası olduğunu kavramamızı sağlayacaktır.” Filozof’a göre, karşısına yeni bir şey, yeni bir seçenek çıktığında, “hiçbir insan bir, aynı ve kapalı bir evrenin içine hapsolmak istemez”; insanlar için asıl olan dünyayı anlamlı hale getirecek çoğulluk olgusudur. Arendt’e göre, çoğulluk karşısında totalitarizm “insanlara anlama yetisini işlevsizleştirecek bir düşünme yoksunluğu empoze eder ve varlığını bu koşullarda sürdürür”. Bu koşullar altında yargı geliştirmek mümkün olmadığından, kötülüğe dair bir eleştirel tutum da söz konusu olamayacaktır. O halde Türkiye’yi yeryüzünün yasası olan çoğullukla nitelemek yerine “yerli ve milli” olarak aynılaştırmak, karma eğitim yerine “tek cinsiyetli” eğitime yönelmek, aynılaşmaya ve içe kapanmayı önermek, Arendt’in çoğulculuk vurgusu ile nitelenmiş İyi’sine uymaz.
Kant ve Arendt, kötülük/iyilik ile düşünme ve bağımsız yargılarda bulunma yeteneği ya da yeteneksizliği arasında bir ilişki kuruyorlar. İyilik, olay hakkında düşünme ve bağımsız yargıda bulunarak karar verme durumu ile ortaya çıkıyor. Burada kastedilen etraflıca düşünmedir, Arendt bu sözü açıyor, ‘insanlar olarak yargılama kapasitemizi kullanmak ve geliştirmek’ zorunda olduğumuzu ifade ediyor.
Yargılama kapasitemizi nasıl geliştirebiliriz? Arendt’e göre, “bizim yargı kapasitemizi geliştirecek olan şey başkalarıyla ilişkilenmek ve onlarla konuşmak”tır. Söz, başkasının bakış açısına yerleşmek konusunda yargılama kapasitemizi geliştirecek ve genişletebilecek tek güvencedir. Kant da benzer şeyleri başka bir açıdan ifade ediyor: “Eğer düşünme ve yazma özgürlüğünden yoksun bırakılmışsak bu, yargılarımızı sınayabilme olanağından yoksun bırakıldığımız anlamına gelir.” Bu söz üzerine kutuplaştırmanın tuzağına düşmüş, konuşmayan, farklı “habitus”ların bakış açısını dikkate alarak düşünmeyen Türkiye despotizmini düşünüyorum. Sonuç: yargılama kapasitesi giderek daralmış, bu nedenle çoraklaşmış bir Türkiye siyaseti.

***

Çeşitli kötülük kaynaklarından beslenen despotizm “… farklı olanı tanımaktan acizdir”. Levinas’ın bu sözü öylesine söylenmiş değildir. Despotizm, onu geriletmeye hazır bir tutum olmadığı sürece, despot kişilik özellikleri her bedeni ele geçirebilir. Artan iktidarla bu kişilik özelliği sürekli güçlenir. Despot, Öteki’ye düşünce içinde bile yer bırakmaz. Televizyonlarını ve gazetelerini kapatır. İlişkili olduğu dernekleri ve vakıfları baskılar ya da varlıklarına son verir. Her türlü sahici Öteki deneyimini, yani kadınların, farklı etnik ve dinsel kimliklerin, sosyalistlerin, sosyal demokratların, demokratların, hatta farklı düşünce ve pratik içindeki Müslümanların deneyimlerini bastırır ve konuşturmadığı için “başkalık” karşısında insanların etik bir açıklığa kavuşmasını önler.
Levinas da Arendt gibi, yargılama kapasitemizin farklı olanla derinleşeceğini anımsatıyor. Levinas’ın ifadesi ile “İyi’nin bizden talep ettiği, ötekinin acısına, yani komşunun acısına duyarlı bir düşünme ve eylemedir”. Levinas İyiliği, öteki ile kurulan ilişkide arıyor. Dolayısıyla Levinas’ın etiği, tüm eylemlerimizin ötekinin her zaman etik önceliği olduğu fikrinin kabulüne dayanıyor. Bu bir tür azizlik olarak da değerlendirilebilir. Bu söze kulak verirsek, büyük insanlığın bir coğrafyası olarak Türkiye, Öteki’nin acısını düşünmeye ve eylemeye başladığında, İyi’liğin ülkesi olma yolunu seçme ve demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin önünü açma olanağına kavuşmuş olur.

Kötülük ve İyilik Neyi Açığa Çıkarır?

Filozoflara göre kötülük ve iyiliğin açığa çıkardığı düşünceler, duygular, anlamlar nelerdir? Arendt’e göre, “kötülüğü seçenler, bireysel olarak kendi yargılama kapasitelerinden vazgeçenlerdir”. O zaman İyiliği seçmek, kişinin kendi yargılama kapasitesini kullanması ve geliştirmesidir. Kant ve Arendt’e göre “kötülük, düşünceye ve bir arada bulunma haline meydan okuyan anlayış”tır. Buradan yola çıkarak kanımca İyilik, düşünceye saygı ve bir arada olma halini güçlendirmeyi anlatır. İyilik, birlikte yaşamayı engelleyen her türlü aşkıncılığa, üstenciliğe, cinsiyetçiliğe, ırkçılığa, damgalamaya ve ayrımcılığa karşı çıkar. Filozoflara göre kötülük, insanlar arası bağa ve insan olma haline zarar verir. Kanımca iyilik insanlar arasında köprüler kurar, bağlar geliştirir ve insan olma haline katkıda bulunur. İyilik, kibri değil, onuru içeren bir sevinçtir.

***

Nietzsche’ye göre Kötü, yani “tahakküm; yavan olanın, tepkisel olanın, hınç dolu olanın, sıradanlığın, herkesin birbirine benzemesi gerekliliğinin, yaşadığımız şu dünyanın “yalan” oluşunun, hesap-kitap yapmanın, içgüdülere üstünlüğünün kendisini kültürün hedefi olarak sunmasındadır”. Nietzsche İyi’yi asil ve güçlü anlamları ile içeriklendiriyor. İyi olan basitçe sağlıklıdır, savaşçıdır, cinsellikten uzak durmaz, güç, refah, neşe ve mutluluk içindedir; kötü olarak görülebilecek tek şey ise bayağılık, âcizlik, zavallılık, korkaklık ve sıradanlıktır.
Zira Nietzsche’nin bahsettiği bu ‘zayıf insan tipi’, içinde yaşadığımız Türkiye koşullarının korkmuş ve sinmiş insanlarını betimliyor adeta. Bu insan hayatın korkunçluğu karşısında kendini korumak ve güvende hissetmek için bir anlam kozası örüyor. Bu koza o kadar katı ki esnemiyor, değişmiyor, başka bakış açıları ve anlam dünyaları ile iletişime geçmiyor, kendi “doğrularına” muhalif farklılıkları ve değişimleri tehdit olarak algılıyor. Ve en nihayetinde de böylesi bir zayıf insan tipi, kendi “doğrularım” ve “iyilerim” dediği kalıplara doğrudan veya dolaylı baskılarla başkalarını da sokmaya çalışarak gaddar ve zalim konuma geçiyor.

Kötülüğe Karşı Direnme Kapasitemiz

Marx’ın analizi büyük ölçüde, tek tek insanların enerjilerinin aktığı en büyük toplumsal bölünme olan sınıfsal olana dayanıyor. Böylece tarih, maddi güçler ile sosyal üretici güçler arasındaki ilişkiden biçimleniyor. Marx, kötülüğün (kapitalizmin) yarattığı acılar karşısında insanın değişme ve değiştirme gücüne inanıyor. Kült sözünde ifade ettiği gibi, “insanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, ancak bu serbestçe, kendi belirledikleri koşullar altında değil, ama daha önce var olan, verili ve geçmişten aktarılan koşullar altında yaparlar.” Arendt, tekil insana dönüyor ve insanlarda kötüye karşı bir direnme kapasitesinin bulunduğunu düşünüyor. Buna örnek olarak Polonya’da görev yaptığı sırada sahte belgeler ve askerî kamyonlar temin ederek Yahudilerin kaçmasına yardım eden Alman İnzibat çavuşu Anton Schmidt’i gösteriyor.
Peki, sözün yerine şiddetin geçtiği durumlarda, yani toptan tahakkümün egemen olduğu durumlarda kötülük karşısındaki güvencemiz ne olacaktır? Marx, kötülüğe karşı “haklı” şiddetin siyasal devrim süreçlerinin bir parçası olduğunu görüyor, Paris Komünü’nü onaylayan sözleri bunu kanıtlıyor. Arendt’e göre kötülük karşısında, insanların hayatı yeniden başlatmaya dönük yetilerine güvenmemiz gerekiyor. Tarihin büyük kötülüklerinden, karanlık dönemlerden bizi çekip çıkartacak olan da kendiliğindenliği içerisinde eyleme yönelen insandır. Bu nedenle konuşabiliyor olmamız, yani eyleyebiliyor olmamız sayesinde bu dünyaya yeniden dâhil olabiliriz. “İnsanların değişme ve değiştirebilme gücü olmasaydı kötülük karşısında insanlık bir harabeye dönüşürdü. Yeni bir şeye başlama yetisi de insanlara, bu dünyaya ölmek için değil, bir şeye başlamak, yeni bir şey ortaya koymak için geldiklerini” hatırlatıyor. İnsanın başlama yetisi ile özgürlüğü arasında sıkı bir ilişki var ve bu ilişki sayesinde insan, tarihe sinmiş büyük kötülüklerin üstesinden gelebilir.

Gemideki Filozof: Spinoza 

Bir çok filozoftan söz ettik, yazıya dahil edemediğimiz düşünce insanlarından özür dileyelim. Ama son bir filozofla yazıyı sonlandıralım, zira ondan bahsetmemek olmaz. Lucretius’un De rerum natura adlı eserinin II. Kitabı’ndaki yer alan aşağıdaki sözlerin karşıtı bir filozoftan, yani Spinoza’dan bahsedelim. Bu sözler, Hans Blumberg’in, Gemi Batıyor, Seyrediyorlar ismindeki denemesinin başlığına ilham vermiş batan bir gemi tasviriyle açılıyor. “Rüzgârlar dalgaları uçsuz deniz üstünde karıştırmaktayken karadan bakıp başkasının çektiği zahmeti izlemek ne tatlıdır; bunun sebebi, başkasının acı çektiğini görmenin bize keyif verip bizi mutlu etmesi değil, fakat belalardan uzak olduğumuzu düşünmenin keyifli olmasıdır.

Spinoza, sözü ve pratiği ile yukarıda ifade edilen “Gemi Batıyor, Seyrediyorlar” denilen filozoflardan/insanlardan biri değil. Yaşadığı dönemde Spinoza, Türkiye’deki tuzu kuru akademisyenlerin ve aydın sayılanların, yani batan gemiyi seyredenlerin ayaklarının bastığı “sağlam toprak”ta durmayı reddediyor. Diego Tatian’a göre, Spinoza’nın durduğu yer, kendini yaşanmakta olanlardan (Kötü’den) ayrı tutanların sağlam toprağında değildir. O kendini, tarihin fırtınalarında ve zamanın kendisinden üretilen, o zamanda ve mekânda konuşlanmış tek tek olaylarda bulur. Spinoza görevini, hep birlikte içinde olunan gemiyi seyir halindeyken onarma görevi olarak görür. Bu nedenle Godot’u beklemeyi reddediyor. O halde “politika, felsefesi vazifenin içtenliğinde yerini bulan bu gizemin ismidir.”
Spinoza’nın praksisi, her Kötü’ye karşı ses çıkarmaktır, fırtınalı günlerde yorulmamaktır, olayları ve insanları münferit diyerek küçümsememek ve tepki vermektir. Çünkü tekil kötü olaylar büyük Kötü’yü güçlendirir, bir Kötü’ye ses çıkarmadığımızda ardından bir sonraki gelir. Spinoza için İyi, başkalarıyla birlikte, tarihin fırtınalarına kolektif biçimde göğüs germektir. Bu tutkularla, bu tutkuların politik biçimlerini insanlara temas ederek düşünmek olarak algılayan biri olan ve “gemideki filozof” durumunda bulunan Spinoza’yı analım ve son dersi bize o versin.

Güzel ve anlamlı bir coğrafya, demokratik, laik ve sosyal bir cumhuriyet inşa etmek mümkün! Yani başka bir yaşam mümkün! Kötülük’ten daralmış herkesin birbirine karşı kayıtsızlığını reddetmesi mümkün! Umudu örgütlemek mümkün!

 

Yorum Yaz