Sevilla, İspanya, 1933. Fotoğraf: Henri Cartier-Bresson, Magnum Photos.
Önceki söyleşimizde kavramlar, soyutlama ve yöntem sorununa değinmiş, mitolojiden felsefeye geçiş koşullarını ele almıştık. Afşar Timuçin’le bu dördüncü söyleşimizde Eskiçağ’dan başlayarak felsefenin temel dönüşüm dönemlerini konuştuk. Bununla birlikte, yaygın biçimde “karanlık çağ” olarak adlandırılan Ortaçağ felsefesini ve bu çağı belirleyen iktisadi, siyasi, toplumsal koşulları bir sonraki söyleşide daha ayrıntılı inceleyeceğiz.
Felsefe eskiçağlardan bugüne değişik bakış açıları kazanarak geldi. Çeşitli dönüşümler yaşadı. Bu bakış açılarındaki temel nitelikleri ve ayrımları kısaca özetleyebilir miyiz?
Felsefe tarihindeki dönüşümler, daha genel olarak alırsak yani sadece felsefeyle sınırlamaz, bilimi ve sanatı da eklersek bütün düşünce tarihindeki dönüşümler yaşamsal dönüşümlerin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Hani o temel tartışma vardır, “Altyapı mı üstyapıyı, üstyapı mı altyapıyı belirler?” diye. Aslında hepsi birbirini belirliyor. İnsan yaşamı bir bütün. Yaşam dönüştükçe düşünce dönüşüyor, düşünce dönüştükçe yaşam dönüşüyor. Yaşam dönüşmezse bir Bacon, bir Descartes olmazdı ama bir Bacon ve Descartes olmasaydı da düşüncenin dönüşümleri olmazdı. Gerçi yaşam koşulları sürekli olarak düşünceleri dönüştürürken, düşünceleri ortaya koyacak insanlar nasılsa geliyor ama yine de kişilerin bakış açılarıyla onları algılıyoruz, kişilerin bakış açılarıyla onlar bize sunulmuş oluyor. Dolayısıyla şöyle bir ayrım yapabiliriz: Eskiçağı ikiye bölmemiz gerekir; Yunan’dan önceki Eskiçağ, ki bu mitoloji eskiçağıdır, deyim yerindeyse. Yunan-Latin Eskiçağı da ondan sonra geliyor.
Yunan-Latin Eskiçağı, insanın araştırılması ve insan değerlerinin ortaya konulması açısından çok önemli. İnsanlığı enine boyuna tartışan bir dönem. Gerek Yunan’da filozoflar gerek daha sonra Roma’da özellikle Stoa filozofları, “İnsan nedir?” sorusunu ve bununla birlikte “İnsan ne olmalıdır?” sorusunu enine boyuna tartışmışlardır. Ama Ortaçağ değişik bir yaşam biçimi getirince düşüncede değişiklikler olmuştur. Orada daha çok daha soyutlayıcı ve tam anlamında dinsel bir düşünce biçimi ortaya çıkmıştır. Kaldı ki orada bütün Ortaçağ’ı aynı bütünlük içinde görmemiz doğru olmaz. Ortaçağ’ın birinci dönemi Hıristiyan dogmalarının belirleyiciliği altında Platon felsefesinin bir tür yorumunu getirmiştir. Bu dönemde Aziz Augustinus belirleyicidir. İkinci dönem, usçu dönemdir ve Aristotelesçi bir çizgide gelişmiştir. O da Aziz Anselmus’tan başlayan ve Aziz Tommaso’da biten bir dönemdir. Yani skolastik dönemdir. Genelde Ortaçağ dedikleri zaman insanlar bütün Ortaçağ’ın skolastik düşünceyle belirgin olduğunu düşünürler. Kaldı ki değildir. 11-12. yüzyıldan sonra gelişen düşünceye skolastik demek gerekir. Skolastik düşünceyi Rönesans düşüncesi izler. Rönesans düşüncesinin temel özelliği insancılıktır. İnsancılık, bir tür dinsel düşünceyi yoksama tutumunu ortaya koyar. Bu tutum içinde Eskiçağın değerlerine, Yunan-Latin değerlerine dönüşü temel alır. Bu dönüş içinde düşüncenin kendini yeniden yaratması süreçleri yaşanır, ondan sonra da büyük felsefeler dönemi gelir.
Büyük felsefeler dönemi, 17, 18 ve 19. yüzyılları kapsayan dönemdir. Özellikle felsefede dizgeci dönem 17. yüzyılda yaşanmıştır. Yani Bacon’la başlayan ve Descartes, Spinoza ve Leibniz’le süren bir dönemdir. 18. yüzyıl daha çok Aydınlanma’nın, tabii ki Kant’ın belirleyiciliği altında geçmiştir. Kant’ı dışarıda tutarsak Fransız Aydınlanmacıları felsefeyi daha yüzeysel bir anlamda geliştirdiler. Yani daha siyasi bir felsefe anlayışı geliştirdiler deyim yerindeyse. Şöyle de diyebiliriz: Felsefeyi toplum için kullanan insanlar oldular bir bakıma. 19. yüzyıl ise tam tamına bir bilim çağı oldu, felsefe sıkı sıkıya bilime yaklaştı. Bir anlamda Bacon’ın bakış açısı çerçevesinde gelişen bu yeni düşünce, bilimle felsefenin bütünleşmeye çalıştığı bir dönem oldu.
Ya yirminci yüzyıl?
Yirminci yüzyıl tabii ki enine boyuna çok uzun konuşulabilir ama çok dağınık bir dönemdir ve bana sorarsan felsefede büyük başarılarla dolu bir dönem değildir. Bence 19. yüzyılın sonlarından sonra hatta 20. yüzyılın başlarından sonra felsefede öznelciliğe yönelik gelişimler olmuştur ve bir düşüş dönemi başlamıştır ve gene bence o düşüş dönemi varlığını sürdürüyor.
Yirminci yüzyılı uzun uzadıya tekrar konuşuruz ama başa dönersek, Eskiçağ felsefesi bize ne kazandırdı, bunu biraz açabilir miyiz?
Eskiçağ felsefesinin en parlak dönemi (MÖ) 5. ve 4. yüzyıllardır. Özellikle 4. yüzyıl bize iki önemli filozofu getirdi: Platon ve Aristoteles. Burada deyim yerindeyse temel insan sorunları ortaya konmuş ve tartışılmıştır. İnsan sorunları dediğim zaman yalnızca insanı sorun eden bir felsefi bakış düşünmeyelim, insanın tüm sorunlarını tartışırken onu evrende bir varlık olarak alan ve inceleyen felsefelerdir bu felsefeler. Platon daha ülkücü çerçevede, Aristoteles daha gerçekçi çerçevede bütün insan sorunlarını enine boyuna tartışan felsefeler kurdular. Daha doğrusu, bir anlamda insanı bütünüyle bize gösteren felsefeler ortaya koydular. Tabii işin bilimsellikle ilgili yanını ele aldığımız zaman bugün onların ortaya koyduğu görüşlerin pek çoğunun karşılığı olmadığını söyleyebiliriz. Örneğin Aristoteles ne der: Bir taşı havaya atıyoruz, yere düşüyor, çünkü her şey kendi doğal yerini arzular, der. Çünkü yerçekimini açıklayamamıştır. Bütün bunların unutulması, gözden kaçırılması gereken, artık eskimiş bilgiler olduğunu düşünürsek yanılgıya düşeriz. Düşünce dünyasında her bilgi, bir önceki bilginin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla asıl kaynaklara inmezsek daha sonraki düşünceleri kavramamız olası değildir. Yani felsefe öğrenmeye niyetli bir kişinin öncelikle eskiçağla işe başlaması, hatta Platon’dan da önceye gitmesi gerekir. Ama Platon’u ve Aristoteles’i kavramadan “felsefe biliyorum” demek pek kolay görünmüyor bana.
Daha sonra Stoa filozofları doğa incelemesini bir yana bırakarak, salt insan sorunlarına yöneldiler. Gerçi doğayla ilgili açıklamaları da vardı ama çok önemli bir yer tutmaz bu açıklamalar. Neyi bize getirdiler, bu çok önemli: Toplumsal insan fikrini getirdiler. Stoa felsefesine kadar toplumsallık fikri belirgin değildi. Ahlak tam tamına bireysel bir ahlaktı, her kişi kendi olarak sorun edilebiliyordu ahlak alanında. Ama yükümlü insan fikri, başkalarına sorumlu insan, başkalarından sorumlu insan fikri Stoa felsefesiyle gelmiştir ki bu fikir, doğrudan doğruya bizi Fransız Devrimi’nin amaçlarına kadar götürebilen bir fikirdir diyebiliriz. Şöyle söyleyelim daha açık olarak: Fransız Devrimi’nin temel görüşlerini ortaya koyan Aydınlanmacılar bir anlamda Stoa filozoflarının ülküsünü gerçekleştirmeye yönelmişlerdir. Zaten şunu unutmamak gerekir: Rönesans’la başlayan “yeniden doğuş” devinimi, her ne kadar Aristoteles, Platon veya daha başkaları gibi bir düşünce kaynağına yönelmiş de olsalar, burada gözden uzak tutulmaması gereken üç temel kaynak daha vardır: Bunlardan biri Epikuros’un hazcılığıdır, diğeri Stoa’nın usçuluğudur, öteki de Pyrrhon’un kuşkuculuğudur.
Sözünü ettiğiniz dönemlerin, yani felsefenin çocukluk dönemlerinin yoğun metafizik açıklamalarla belirgin olduğunu, metafizik düşüncenin çok zaman felsefi araştırmanın temel eğilimi ya da vazgeçilmez konusu gibi ele alındığını söylüyorsunuz bir yazınızda. Günümüzde metafiziğe yüklenen olumsuz anlamı da gözden kaçırmadan bunlara açıklık getirebilir miyiz?
Metafizik demek fiziği aşan demektir. Felsefe her an fiziği aşmakta kendi amaçlarını gerçekleştirmek ister. Yani felsefe her zaman metafizik yapmakla yükümlüdür. Metafizik yapmadan felsefe yapamazsınız, zihin ötesine geçmeden felsefe yapamazsınız. Felsefe yapmak biraz öngörmektir. Diyeceksiniz ki, yanılmaz mı filozof burada? Elbette yanılır. Bilim adamı yanılmak istemez ama felsefe adamı o kadar da korkmaz yanılmaktan. Çünkü önemli olan sağlıklı biçimde düş kurmaktır, düş kurmazsak gerçekliği yeniden kurmak gibi bir çabayı gerçekleştiremeyiz. Genellikle metafizik sözünün üstüne gidenler onun ne anlama geldiğini pek bilmezler ya da onun çok kötü kullanımlarını göz önünde tutarlar. Metafiziği elbette dünyadan iyice uzaklaşarak umulmadık şeyler düşünme alanı olarak da düşünebilirsiniz ama gerçek anlamda metafizik, yani sağlıklı metafizik, ‘olan’dan giderek ‘olası’yı düşünmeyi gerektirir. Nitekim 17. yüzyılla başlayan yeni düşünce devinimleri eski felsefelerden ayrı olarak ‘olan’la yetinmemişlerdir, ‘olası’yı konu edinmişlerdir. ‘Olası’nın düşünce dünyasına girmesi zaten düşüncenin yaratıcı verimliliğini ortaya çıkarmıştır. Metafizik yapmadan ne bilim yapabiliriz ne sanat yapabiliriz ne de felsefe yapabiliriz. Metafizik bir anlamda tasarlamanın özünü oluşturur. Yeter ki sağlıklı, ussal bir temele dayalı olsun.
Felsefe tarihinde en etkili olmuş filozofların ilki Sokrates. Ardından onun öğrencisi Platon’la karşımıza çıkıyor. Platon’la birlikte Aristoteles… Felsefe alanına Sokrates’ten sonra yüzyıllarca özellikle bu iki filozof, onların bilgi kuramları egemen oluyor. Nasıl oluyor da yüzyıllarca etkili olabiliyorlar?
Bunun aslında birkaç nedeni var: Birinci neden, bu iki filozofun, hatta Sokrates’i de katarsak bunlara bu üç filozofun insan sorunlarını çok köklü biçimde ortaya koymaları… Bunların uzun yüzyıllar boyu varlığını sürdürmelerinin nedeni de ardından gelen felsefelerin zayıflığıdır. 17. yüzyılda Gassendi bunu çok güzel ortaya koydu: Aristoteles bu kadar uzun süre egemen olduysa, bunu Aristoteles’in gücüne değil de ardıllarının güçsüzlüğüne bağlamamız gerekir, dedi. Çünkü felsefenin hızlı gelişim dönemlerinde bir filozofun öyle on yüzyıl, on beş yüzyıl etkili olabildiğini görmek mümkün değil. Mesela Descartes 17. yüzyılda etkili oluyor ama hemen ardından Descartes eleştirileri geliyor. Spinoza etkili oluyor ama hemen ardından başka felsefeler geliyor. Yani öyle bir filozofun yüzyıllarca egemen olması, saltanatını sürdürmesi artık olası değil. Çünkü artık büyük felsefeler çağına girilmiştir ve bu büyük felsefeler çağında birbirleriyle karşıtlaşıyor da olsa bir çağı dışlaştıran, açıklayan, anlamlandıran görüşler ortaya konmuştur. Yani Platon’la Aristoteles’in çok uzun süren saltanatı belki de Ortaçağ Hıristiyan felsefelerinin çok etkisiz olmasıyla açıklanabilir.
Çok iddialı sözler de edilmedi değil bu konuda. Örneğin Whitehead, “Felsefe tarihi, Platon’a düşülmüş dipnottan ibarettir” diyordu. Bu tür sözlere ne diyorsunuz?
Bu, Platon’un felsefede her anlama geldiğini gösteren bir açıklama. Tabii ki anlamsız bir abartmadır. Yani “Platon her şeyi söyledi, kalanları da söyler gibi yaptılar.” Nasıl olabilir bu! Tarih bilinci olan bir insanın bunu söylemesi mümkün değil. Ama 19. yüzyıldan sonraki felsefelerde böyle olur olmaz görüşlerle çok karşılaşabilirsiniz. Bu yüzden ben kendimi hep 19. yüzyılda takılmış kalmış biri olarak düşünürüm. Platon’un önemini görmemek değil tabii bu, ama düşünce tarihi içinde bir filozofu öne çıkarıp da (Marx da olabilir bu, Platon da, Descartes da) öbürlerini aşağıya itmek hiç de bilinçli bir insanın yapabileceği bir şey değil.
Felsefe Yeniçağ’ın başlarına kadar, bugünkü anlamda tüm bilimleri ve bilgi alanlarını içeriyordu. Bu bakış çağın başlarında değişmeye başladı. Bir ayrışma yaşandı ve felsefeden yeni bilimler doğdu. Bu dönüşüm nasıl oldu?
Asıl sorun, felsefenin bütün bilgi alanlarından sorumlu olamayacağını insanlığın kavramış olması sorunudur. Neden böyle bir ayrımlaşma oldu? Felsefenin uzun yüzyıllar boyu kendi kanatları altında tutup sorumlusu olmaya çalıştığı bilgi alanları yöntemlerini ve konularını belirleyerek deney bilimlerine dönüşmeye başladılar. Yani felsefeyle bağlarını kopardılar. Felsefenin ilkeleriyle kimya yapmak, gökbilim ya da fizik yapmak olası değildi. Sorunu bir anlamda Galilei Galileo’ya götürmek gerekir. O, “Doğa, matematik diliyle yazılmış bir kitaptır” dedi. Bununla şunu demek istiyordu: Biz bilimsel doğruları ancak matematiksel bir çerçevede doğru olarak kavrayabilir ve açıklayabiliriz. Bu bir anlamda bilimselliğin metafizikten fiziğe dönüşmesi anlamına gelir. Demek ki bundan sonra bilimler özerkliklerini ilan ettiler ve kendi başlarına varoluşlarını sürdürdüler çünkü kendi konularını sağlam bir biçimde belirlediler, kendi yöntemlerini ortaya koydular. Felsefeye gereksinimleri kalmadı mı, elbette kaldı. Felsefeden daha bütünleştirici bir bakış açısına sahip olmanın koşullarını öğrenmeye her zaman gereksinimleri vardı ama felsefenin yöntemleriyle düşünmeleri artık olası değildi. Estetik bile bir zaman sonra felsefeden koptu, felsefenin yöntemlerini bırakıp kendi yöntemlerini edindi. Yani hiç ummadığımız alanlar, mantık, ruhbilim ve toplumbilim bilime dönüştüler. Hatta özellikle ruhbilimin bilim olamayacağı konusunda büyük inançlar da vardı. Mesela Kant, Auguste Comte, ruhbilimin bilim olabileceğini hiçbir zaman düşünmemişlerdir. Ama birdenbire 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Wundt, ruhbilimi laboratuvara sokunca tablo baştan başa değişti. Demek ki bilimler bundan sonra felsefeden beslenmek yerine kendi olanaklarıyla kendilerini var etmek durumunda kaldılar. O çerçevede felsefenin yöntemleri artık yetmez oldu. Çünkü felsefenin yöntemleri deyince aklımıza ne geliyor, ussal düşünce… Ussal düşünce bilimi bilim yapmaya yetmez. Ne gerekir, ayrıca yöntem gerekir. Zaten 17. yüzyılın yöntem yüzyılı olması bir anlamda bilimlerin kendilerini özerk biçimde temellendirmeleriyle ilgilidir.
Bu ayrışmanın, bilimlerin özerkleşmesinin felsefe açısından sonucu ne oldu?
Felsefe açısından sonucun iyi olması gerekirdi. İyi oldu diyebiliyor muyum, diyemiyorum. Ama bunu şuna benzetebiliriz: 12 tane çocuğu olan bir baba, çocukları iş bulup ya da evlenip evden ayrıldıkça ferahlamıştır. Biz diyemeyiz ki, bu adam 12 çocuğunun ayrılmasıyla bitti tükendi… Tersine, huzur içine girdi. “Oh ne güzel, hayat güzelmiş, ben onlarsız da olabiliyorum” gibi. Bu şu demektir: Felsefe kendi üzerine düşmeyen sorunlarla uğraşmayı bırakıp gerçek anlamda kavramsal insan araştırması yapma rahatlığını hatta hakkını kazandı. Ama bu hakkı iyi kullandı mı, bilemiyorum. Çünkü 20. yüzyılın felsefe dünyası bana göre son derece karmaşık ve yetersizdir. Felsefenin bilimlerden kurtulmakla çok şey kazandığı inancında değilim ama bu felsefenin artık işlevini yitirdiği anlamına da gelmez. Bunun başka nedenleri de vardır. Bunun nedenlerinin başında, sermayeci yaşam düzeninin düşünceye yaptığı büyük baskılar gelir. Özgür düşünebilme koşulları var olmuş olsaydı bugün felsefenin anlamı çok daha farklı olacaktı.
Yaşanan özerkleşmeyle birlikte felsefe hangi sorulara yöneldi?
Eski filozof tipi bir kere ortadan kalktı. Dizgesel bakış biçimi kökten dağıldı. Filozof dediğimiz adamlar çeşitli konularda çeşitli kitaplar yazan insanlar oldular. Bunların çoğunun temel felsefi görüşleri de belirgin değildir. Gerçekte her felsefe anlayışının temelinde bir bilgi kuramı olması gerekirken bu filozoflar bilgi kuramıyla da uğraşmazlar. İçlerinde toplum eleştiricisi olanlar vardır, insanı en genel çerçevede ele alanlar vardır.
Kimler mesela?
Bütün 20. yüzyıl filozoflarını düşünebiliriz. Varoluşçular mesela… Ya da Horkheimer, Wittgenstein, Sartre, Gabriel Marcel, Karl Jaspers, pek çok ad sayabiliriz. Hatta Bergson diyebiliriz, Husserl diyebiliriz. Bütün bu filozoflar, bana sorarsan felsefenin özünden koptular. Yani yaptıkları şey, felsefi konulara çok genel bir yaklaşımdı. Bunların çoğunun da ne dediği anlaşılmaz. Aralarında ne dediği anlaşılan adam sayısı son derece azdır. Diyebilirler ki, “Bu adamlar o kadar derindiler ki, bizim onları kavramamız mümkün değil.” Ben buna kesinlikle katılmıyorum, en zor düşünce bile basit bir dille insanlara ulaştırılabilir. Bana kalırsa bunlar, Nietzsche’nin dediği gibi, “derin görünmek için sularını bulandırıyorlar.”
Siz 19. yüzyılın en etkili düşünürlerinden birinin Marx olduğunu söylüyorsunuz. Fakat Marx’tan sonra felsefede bir dağılma ve çeşitlenme dönemine girildiğini, öznellik yöneliminin ağır bastığını da vurguluyorsunuz. Bunun nedenlerini biraz daha açabilir miyiz?
Marx’ı ben hiçbir zaman tek büyük filozof gibi algılamadım. O gözle felsefeye bakarsak felsefe tarihini yanlış anlama gibi bir sıkıntıya düşeriz. Marx’ın çok önemli bir filozof olduğunu biliyorum ama Auguste Comte’un da çok önemli bir filozof olduğunu biliyorum. Kant’ın da çok önemli bir filozof olduğunu biliyorum, kafama ters gelmekle birlikte Hegel’in de önemli bir filozof olduğunu biliyorum. Demek ki büyük felsefeler dönemi yaşandı. Bu dönemden sonra bir çökme oldu. Bu çökmede Marx’ın katkısının olduğunu sanmıyorum. Bu çökmenin temel nedeni, az önce de söylediğimiz gibi, sermayeci düzenin düşünce üzerindeki yoğun baskılarıdır. Özellikle Lukács bunu tarih vererek bildirir: 1918’den sonra yeni düzen öyle bir biçimde bastırdı ki felsefenin üstüne, artık felsefe felsefe olmaktan çıktı, diye düşünür. 1918 diye kesin bir tarih verilebilir mi bilmiyorum ama ondan sonra felsefe filozofların elinden çıktı. Kimlerin eline düştü? Felsefe profesörlerinin eline düştü. Felsefe profesöründen filozof olmaz. Dünyanın hiçbir yerinde felsefe profesörleri filozofluk yapmaz, yapamazlar. Çünkü onlar devletin adamıdırlar.
Vaktiyle 17. yüzyılda Spinoza basit bir gözlük camı yontucusuydu, bir sokağın köşesinde küçücük bir tezgahı vardı, orda gözlük camı cilalıyordu. Heidelberg Üniversitesi’nden öneri geldi, “sana kürsü verelim” diye. “Ben filozof olmaya çalışıyorum, felsefe profesörü olmak gibi bir hevesim yok” diyerek, onca yoksul yaşam içinde bu öneriyi geri çevirdi. Demek ki felsefe yapabilmek için özgür bir bilince sahip olmak gerekir. Diyeceksin ki, 19. yüzyıl filozofları özgür bir bilince mi sahiptiler. Şu anlamda sahiptiler, düzenin bütün ağır baskılarına dayanmayı bildiler. Mesela Auguste Comte yarı aç yarı tok yaşadı, Stuart Mill’in İngiltere’den yolladığı paralarla yaşamaya yaşadı. Marx, Engels’in, babasının fabrikasından kazandığı paraları ona yollamasıyla yaşamını sürdürebildi. Başka filozofların da başka benzer özellikleri olduğunu görüyoruz. Ya da Descartes gibi soydan zengin olabilir bir kişi ya da Leibniz gibi daha olanaklı bir çevrenin insanı olabilir. Ama bu insanlar hiçbir zaman kendilerine yapılan baskıları hoş görebilecek, daha doğrusu benimseyebilecek ve bu baskıların altında ezilecek insanlar olmadılar. Yani filozof kimliklerini sonuna kadar korudular. Ama 20. yüzyılda sermaye düzeni felsefeyi sıkı sıkıya ele geçirdi ve sıkı sıkıya denetlemeye başladı. Yalnız felsefeyi değil, bilimi ve sanatı da sıkı sıkıya denetledi. Felsefenin ölümü bence bu ağır baskılara filozofların dayanamamasıyla oluştu.
Uluslararası felsefe toplantıları, kongreleri yapılıyor… Başta akademi çevresi ve felsefe öğrencileri olmak üzere felsefeyle ilgili geniş bir kesim, son dönemin popüler felsefe yazarlarına epey ilgi gösteriyor. Buradan yola çıkarak, felsefenin bugün dünyadaki yerini nasıl tanımlıyorsunuz?
Bugünkü tablo tabii ki biraz üzücü bir tablodur. Genç insanlar kendilerine filozof diye sunulan insanları ciddiye alıyorlar. Bizim gençliğimizde de varoluşçu felsefe çok rağbetteydi. Pek çok arkadaşımız varoluşçu felsefenin yolundan gitmeye çalışırdı. Fakat bütün bu felsefelerin insan sorunlarının çözümünde köklü dönüşümler yapabilecek güçte olmadığı açıktır. Yani bir kere bunların her birinin bir felsefe adı altında toplanabilecek bir bütünsel bilgi birikimi yoktur. Genelde sözü hiç anlaşılmayan ya da az buçuk anlaşılan birtakım insanlar, birtakım insan sorunları üzerine ileri geri konuşurlar. Bu da tabii ki artık kültür planında bütün verimini yitirmiş olan sermaye düzeninin işine gelen bir durumdur. O yüzden felsefe kongreleri yapılır, dünyanın her yerinden kendine filozof diyen birtakım insanlar gider başka topraklarda konuşmalar yaparlar, ama gerçek anlamda felsefi etkinlik tarihe gömülmüştür diyebilirim. Genç insanlar, bugün bu filozof dedikleri insanlarla uğraşırken bir modayı yerine getiriyorlar. Ama hiçbir zaman köklü insan sorunlarına yönelmek gibi bir eğilimleri de yok. Tabii hepsi için aynı şeyleri söyleyemem ama olduğu zaman da doğrudan doğruya felsefe tarihine yöneliyorlar. Çünkü felsefe tarihine yönelmeden, düşünce tarihine yönelmeden son zamanda adı filozofa çıkmış üç beş kişinin kitabını okuyarak felsefe yaptığını sanmak kendini aldatmaktan başka anlam taşımaz.
Kaynak: https://vesaire.org
Yorum Yaz